
Hadi, bir renk seç. Morpheus cebinden iki hap çıkardı. Biri kırmızıydı, diğeri mavi. Neo’ya uzattı ve şöyle dedi: Mavi hapı alırsan, her şey kaldığı yerden devam eder. Yatağında uyanırsın... ve neye inanmak istiyorsan ona inanırsın. Ama kırmızı hapı alırsan, gerçeklerin peşine düşersin.Ve sana tavşan deliğinin ne kadar derine gittiğini göstereceğim.”
Matrix… Bu filmi izlemeyen kalmamıştır diye düşünüyorum. Kimine göre bir bilimkurgu klasiği, kimine göre dijital çağın karanlık kehaneti: Kimi onu bir "mesih hikayesi" olarak okudu, kimi insanın sisteme karşı uyanışının metaforu olarak. Bazıları için sadece etkileyici dövüş sahneleri, bazıları içinse bir çağın ruhunu teşhis eden o tek soru:
“Gerçeği mi istiyorsun, yoksa rahatını mı?”
Ama ben bugün filmi değil, o sahnede hepimize fısıldanan teklifi konuşmak istiyorum.
O iki hap…
Bize de uzatıldığında, hangisini aldık?
Bir sabah kalktığımızda, artık bir seçim yapmış oluruz. Çoğu zaman farkında bile değilizdir seçimlerimizin. Hangisini aldığımızı… Kim için seçtiğimizi… Ve aslında neden kendi olmaktan vazgeçtiğimizi. Her gün uzatılan o görünmez haplar, herkesleşmenin sessiz anatomisi, biriciklikten düşüş, Hakikatin yalnızlığı…
Ben de kenime sordum bana iki renk uzatıldığında.
Senin soruların da benimkilerle aynı olursa bir ara konuşalım.
“Sen de artık herkes gibisin.”
Kulağa bir ayrılık sözü gibi geliyor değil mi? Oysa bu bir aynılık sözü. Bir veda değil, bir teslimiyet: Sürüye katıldın. Nietzsche'nin deyimiyle bu, sürü ahlakı:
İnsanların içgüdüsel ve korku temelli bir şekilde birbirine benzemesi. Bak etrafına. Gerçekten bak. Herkes birbirine benzemiyor mu? Sen de görüyor musun?
Herkesleşme…
Bireysel farkların silinmesi. Eleştirel düşüncenin körelmesi. Sorgulamanın azalması. Ama sakın bana, “Herkes birbirini eleştiriyor zaten. Kim ne yapmış sorguluyor. O benden daha güzel, o daha zayıf, o daha çirkin,”deme. Ben bu satırları, demeyecek olanlar için yazıyorum. Aynı dertten mustarip olanlarla,
Biraz olsun içimizi dökelim diye. Bu bir yazı değil, Bir kendine bakma anı. Ve şimdi soruyorum kendime: Giyim tarzım, siyasi görüşüm, alışkanlıklarım, yaşam biçimim… Gerçekten bana mı ait?
Yoksa toplumun "makbul" dediği şeye göre mi biçimlendi hayatım? Trend olan her şeye koştum mu? Aynı filtrelerle fotoğraf paylaştım mı? Popüler olanın peşinden sürüklendim mi? Moda diye bir şeyleri aldım mı gerçekten ihtiyaç duymadan? Duyduğumu düşündüm mü? Yoksa düşündüğümü sandığım şeyler başkalarının sesi miydi? Esprilerim, cümle kalıplarım, tepkilerim…Benim mi, yoksa alıntı mı? Kendi değerimi kim biçti? Ben mi? Yoksa ailemin, toplumun, sosyal medyanın beklentileri mi şekillendirdi beni? Ben dediğim o kişi, kendi seçimim mi yoksa ezberlenmiş bir rol mü? Hala annemin babamın oy verdiği partiye mi oy veriyorum? Çevremdeki herkes aynı kişiyi destekliyor diye ben de mi destekliyorum? Peki, bu nasıl oldu?
Çoğunluğun peşinden gitmeyerek, herkes gibi olmayarak ben olabilmek, ben kalabilmek…Farklı olmanın bedelini ödemeye hazır mıyım? Dışlanmaya, yalnız kalmaya, yanlış anlaşılmaya? Çıkarlarımdan vazgeçmeye, gülümsememeye, sessiz kalmamaya? Evet. İnsan doğası gereği sosyal bir varlıktır. Dışlanmak acıdır. Bir yere ait olmak güven verir. Ama ait olduklarımız… Bizi biz olmaktan çıkarıyorsa, hangi aidiyetten söz edebiliriz? Toplum, aile, okul, medya…Hepsi birlikte kulağıma fısıldadı: "Böyle olmalısın.” Kadınsan evlen. Çocuk yap. Yoksa eksik sayılırsın. Erkeksen güçlü ol. Sakın zayıflık gösterme. Yoksa seni kimse ciddiye almaz. Algoritmalar bile aynılaşmamızı bekliyor. Ezber sistemin içinde aynı kitapları okuduk, Aynı filmleri izledik, Aynı kutulara sığmaya zorlandık.
Küçük tavizlerle mi başlıyorum? "Şimdi kimse laf etmesin" diyerek mi susuyorum? Fikirlerimi saklıyor muyum? Uysal görünürsem her şey yolunda mı olur? Karakterimi mi törpülüyorum? Onların sesleri ne olmam gerektiğini fısıldarken, Ben ne yapıyorum? Bazıları saçımı, kıyafetimi, düşüncemi sevmiyor diye onlara göre mi değiştiriyorum. Gerçekten sordum kendime: Ben ne istiyorum? Benim bir hikayem var mı? Kendime ait bir hayatım, Derin ilişkilerim, Bana benzemeyen dostlarım?.. Dostlar niye bize benzesin ki ayrıca. Onaylanmak ihtiyacı da nedir ?
Peki, kendim olmak ne demek, biliyor muyum?
Herkesleşmek kolaydır. Direniş, sorgulama, özgünlük; Bunlar bedel ister. Ama o bedel, yaşayan bir insan olmanın bedelidir.
Ben Neyim, Biz Neyiz?
Konfor alanı, çoğu zaman düşündüğün halde susmandır. İtiraz ettiğin halde sıraya girmen, bir yanlışlığı gördüğün halde “şimdi sırası değil” diyerek geri çekilmendir. Çünkü konfor, sadece fiziksel rahatlık değil; toplumsal bir kabule ait olma hissidir. Ve bu his, insanın en derin korkusunu ; yalnız kalma korkusunu bastırır. Zamanla düşünmeyi bırakırsın, yerine “biz”in söylediklerini tekrar edersin.
Ama o “biz”, kimdir? Senin sesin mi o ses. Yoksa sadece senin sustuğunu giyinmiş bir kalabalık mı? Kalabalığın uğultusu senin sesin gibi gelir. Oysa SEN çoktan kaybolmuştur. İçindeki o tekil, o biricik sesi artık duyamazsın. İşte bu, biriciklikten düşüştür. O eşsiz olan yerin; dünyada bir tane olan düşüncenin, vicdanının, sezginin terk edilişidir. Ve sonra bir sabah şu sorular kalır geriye, sessizce içini kemiren: Sen kimdin? Neyi savunurdun? Kendini ayırdığın o çizgi nerede kaldı?
Ve şimdi “biz” dediğin kim?
İnsan bazen gerçeği bilir, ama yine de çoğunluğa uyar.
Çünkü kalabalığın dışında kalmak, doğrunun yanında kalmaktan daha ürkütücüdür. Kalabalık ne söylüyorsa, iç ses zamanla onunla uyumlanır. Ve kişi bir noktada kendine ait fikirlerden, ait olma uğruna vazgeçer. İşte o an konformizm başlar. Aklın fısıldadığı susturulur, yerini kalabalığın sesi alır. Bazen bir düşünce o kadar çok tekrar edilir ki, artık “doğru” sanılır. Sadece güçlü olduğu için haklı sayılan fikirler, zamanla herkesin ağzına yerleşir. Ve insanlar o fikirleri savunurken neye, neden inandıklarını bile sorgulamaz. Gücün sesi, gerçeğin sesini bastırır. Bu, sadece korkuyla değil; rızayla kurulan bir hakimiyettir. Adına da “meşrulaşmış yanlış” denir. İşte bu, modern hegemonya biçimidir:
Yönetenin doğruyu tanımladığı, kalabalığın ise ona alıştığı düzen. Hatırla bir şeyi doğru bildiğin halde yanlış davranıyorsan, içerde bir sıkışma başlar.
Ama o sıkışmayı fark etmek, konforu bozar. O yüzden insanlar kendilerini kandırmaya başlar: “Aslında o kadar kötü değil, onlar şöyleler, doğru bu, kendimi düşünmem gerekiyor, ben de mecburdum, zaten onlar da öyle farklı değil, onları sevmiyorum, bana şunu yaptı, öyle dedi, böyle baktı, vs vs. ”
Bu cümleler, vicdanla yapılan iç pazarlığın sesleridir. Kendine rağmen attığın her adımda, kendi içine biraz daha yabancılaşırsın. Bir gün , düşündüğünle yaptığın arasındaki boşlukta sessizce kaybolursun. Bir insan kendi başınayken sorgular, düşünür, tereddüt eder. Ama kalabalığın içine girdiğinde, kendine ait olan sesi kaybeder. Çünkü kalabalıkta birey erir. Ne söylediğini değil, kiminle söylediğini önemser artık. Bu yüzden toplu bağırışlar, bireysel suskunluklara dönüşür. Kalabalık, içinde bulunduğun her yanlışı haklılaştırır. Ve en kötüsü: “Herkes böyle yapıyor.” Bu cümle, bütün yanlışların parantezi olur.
Herkesleşmenin Griliği Stanley Milgram’ın o meşhur itaat deneyini hatırlarsınız.
İnsanlar neden otoriteye boyun eğer? Solomon Asch adeta ona cevap verir: Yanlış olduğunu bildiğin bir şeye, yalnız kalmamak için “evet” dersin.
Kendin olmaktan vazgeçmek, dışlanmaktan daha az acı verir çoğu zaman. Sonra başlar o sessiz dönüşüm: İnsan, yanlış bir davranış içinde olduğunu bildiği halde onu yapmaya devam ettiğinde, zihin o davranışı doğruya çevirmek için çabalar ve çoğu zaman başarır. Çünkü kişi kendi vicdanına bir mazeret arar.
Arkaya saklanacak bir “haklılık kılıfı” olmadan insan kendine dayanamaz. Antonio Gramsci'nin hegemonya tanımı tam da burada devreye girer:
Güçlü olan, sadece gücüyle değil; o gücü "haklılık" üretme biçimiyle meşrulaştırır.
Bu noktada artık bir tercih değil, bir zorunluluk doğar. Taraf tutmak bir bilinç değil, bir refleks halini alır. işte tam o anda herkesleşmenin doğumu başlar. Bu tanımsız ama derinden hissedilen bir erime halidir. Taşıdığın rengi sen zannedersin.
Ama fark etmeden o rengin anlamı yitmiştir. Kalabalıkta herkes kendi rengini taşıdığını sanırken, aslında herkes aynı griye dönüşmüştür. O grilik, herkesleşmenin rengidir.
Herkesleşmek: Sessiz Bir Çöküştür. Herkesleşmek bir anda gerçekleşmez.
Bir sabah “herkes olmuşsun” diye uyanmazsın.Yavaş yavaş olur. Ufak susmalarla, küçük vazgeçişlerle, görmezden gelişlerle büyür. Ve sonunda kendi sesini tanıyamadığın bir noktaya gelirsin. Başta “aidiyet” gibi gelir. Sonra “uyum” dersin. Biraz zaman geçer, “hayat böyle” diyerek katlanırsın. Sonunda herkes gibisindir, ama kendin gibi değilsindir. Herkesleşmek, görünürde bir birliktir ama içten içe bir yalnızlıktır. Çünkü seni sen yapan şeyler, yavaşça seni terk etmiştir.
Sorgulama susar. Vicdan sessizleşir. Yerini tekrarlanan cümleler, mecburiyetler, kalıplar alır. Bir noktadan sonra artık ne söylediğin değil, kiminle söylediğin önem kazanır. Ne hissettiğin değil, nasıl göründüğündür mesele. Sen, evet sen ; içten içe bildiğin her şeyi unutmaya razı gelmişsindir. Herkesleşmek, görünüşte bir uyum; özde bir kimliksizliktir. Ve en acısı da şudur: Kimse seni buna zorlamamıştır. Sen kendini bırakmışsındır. Bir huzur uğruna biricikliğini, bir alkış uğruna vicdanını, bir etiket uğruna kendini vermişsindir.
Ama bu yazı...
İşte bu yazı, o kendini bıraktığın yerden sesleniyor sana: “Hadi, bir renk seç.” Gerçekle yüzleşmek için. Kendine geri dönebilmek için. Biricikliğini hatırlamak için. Ve bu sefer sustuğun yerde değil, konuştuğun cümlede var olmak için. Tüm susmaların, inkarların, savunmaların şimdi sana şunu söylüyor. "Sen de artık herkes gibisin." Ve artık cümleler değil, şiirin kendisi anlatır seni.
Sen de artık herkes gibisin
Yalnızlığımı bile paylaşamayacaksın benimle
Bir gün birisi olacak
Birisi seni alıp götürecek benden
Ben, bir garip suskunlukta, yalnız kalacağım
Sen de artık herkes gibisin
Gözlerin başka bakacak
Sözlerin başka
Sesin başka bir dünya anlatacak
Ve ben sana bakarken,
Tanımadığım birine bakar gibi bakacağım
Sen de artık herkes gibisin
Ve ben...
Artık kimseye benzemeyeceğim.
Bu yazı, kendi için yeni bir sayfa açmak isteyenler için...
Hadi, bir renk seç.
Reyhan Semih Demirci
Nurdan Bozdere 1 hafta önce