Marmaris’in Eski Adı Fiskos, Canım...“Daha neler duyacaksın,” dediklerinde, bu kelimenin ne kadar yanlış anlaşıldığını fark ettim. Oysa Fiskos, Antik Karya dilinde “doğa kenti” anlamına geliyor. M.Ö. 3400’lere uzanan bir yerleşimin adı olarak Physkos ya da Fiskos, zamanla denizle, limanla, doğayla ve ticaretle özdeşleşmiş.
Yüzyıllar boyunca bu topraklar farklı medeniyetlerin izlerini taşıdıkça, kelimenin telaffuzu da çağrışımları da değişmiş. Bizans’tan Osmanlı’ya, Mermeris’ten Marmaris’e evrilen bu isim, zamanla sadece bir coğrafyayı değil, bir yaşam tarzını da temsil etmiş. Ama ilk anlamı olan “doğa kenti”nin naifliği, zamanla kulaktan kulağa yayılan sözlerin çoğalttığı bir yere dönüşmüş gibi. Ama bir yer sadece yaşayanlarının ruhunu mu yansıtır? Ya da şöyle sorayım: Marmaris güzel çünkü içinde yaşayanlar mı güzel, yoksa Marmaris zaten kendi başına, kimseye ihtiyaç duymadan mı güzel?
Belki de Marmaris, insanlardan bağımsız olarak güzel. Denizi, dağları, rüzgârı, sabahın ilk ışıkları... Kimse olmasa da var olan, kimseye benzemeyen bir güzelliği var onun. Yani Marmaris, güzel bir yer olmayı insanlara borçlu değil; belki de Marmaris insanlara rağmen güzel kalmaya çalışıyor.
Marmaris’in doğası sessizliği sever; ama insanlar sessizliğe fazla tahammül edemez. Onlar konuşur. Gündelik, sıradan, gelişigüzel gibi görünen o konuşmalar zamanla bir şeyin yerini alır: bilginin, kanaatin, hükmün. Ve işte o zaman güzelliğin gölgesinde çok daha güçlü bir şey başlar: Kim ne dedi, kim ne yaptı, kim aslında kim?
Oysa biz büyürken, büyüklerimiz fısıltıyla konuşmayı ayıp sayardı. Özellikle misafir varken, bir yabancı varken ya da aynı dili konuşmayan biri yanımızdaysa, aramızda fiskos yapılmazdı. Bu bir görgü kuralıydı; saygının ifadesiydi. Çünkü fısıltı yanlış anlaşılabilir; insan kendini dışlanmış hissedebilirdi. Ama bu, dedikodu değildi.
Dedikodunun bugünkü haline geçmeden önce biraz geriye bakalım. Daha çok geriye… İlk uyumlanan, birlikte hareket etmeyi başaran, hayatta kalmış insanlara. Onlar ormanda, ovada, mağarada birbirlerine “ne yaptığını” değil, “kim olduğunu” fısıldadılar. Dedikodu, ilkel bir oyun değildi; bir rehberdi. Kimin güvenilir olduğunu, kiminle yiyecek paylaşılacağını, kime sırtını dönebileceğini bu fısıltılar belirliyordu.
Harari’nin dediği gibi: Homo sapiens’i diğer türlerden ayıran şey, kalabalık grupları organize edebilmesiydi. Ve bunu gerçekleri değil, hikâyeleri konuşarak yaptı. Dedikodu, bir hayatta kalma stratejisi olarak doğdu. Yani biz sadece bilgi paylaşmadık, birbirimize yön verdik. Birbirimize "kim olduğunu" anlattık. Sessiz bir anlaşma gibiydi bu—görünmeyen bir toplumsal sözleşme.
Sosyologlar dedikodunun sadece “boş laf” olmadığını çoktan kabul etti. Onlara göre bu, bir toplumu ayakta tutan görünmeyen bağlardan biri. Normlar burada üretilir, sapmalar burada işaretlenir, güven burada inşa edilir ya da yıkılır. Ama bu işlev, her yerde aynı şekilde işlemez. Ama dediklerine koyup bir başkasına iletmesi günümüzde can yakan bir haksızlık hissi uyandırıyor.
Büyük şehirlerde dedikodu daha çok anonimdir. Konuşan bellidir ama hakkında konuşulan çoğu zaman görünmez biridir. İsimlerden çok unvanlar dolaşır. Hızlı yayılır, hızlı unutulur. Gündelik hayatta her şey gibi, dedikodu da hızla tüketilir.
Küçük köylerde ise dedikodu kişiselleşir. Herkes herkesin kim olduğunu bilir. Burada dedikodu bir söylenti değil, bir duruşun sinyalidir. Kim kimden yana, kim kimden uzak? Bazen söylenen kadar söylenmeyen de anlam taşır.
Kentler – özellikle Marmaris gibi ne tam şehir ne tam köy olan yerler – bu iki yapının sınırlarında yaşar. Burada dedikodu hem kişisel hem yapısaldır. Tanışıklık derin, görünürlük yoğundur. İnsanların birbirini izlediği ama açıkça konuşmadığı, herkesin bir şey bildiği ama kimsenin doğrudan söylemediği o ince sosyal denge, fısıltının gücünü artırır.
Dedikodu aslında bir bataklık gibidir. Önce anlamazsın; hafifçe bir adım atarsın, çevrene bakarsın, her şey normal görünür. Ama sonra yavaş yavaş içine gömülmeye başlarsın. Kim olduğunu, karakterini, ilkelerini fark etmeden bırakır, çevrendekilerin bakışına göre şekil almaya başlarsın. Sessiz kalırsan kibirli, konuşursan fazla; çekilirsen mesafeli, görünür olursan dikkat çekici… Her halin bir başka cümleye konu olur.
Marmaris’te yapılacak hiçbir şey yok diyenler çok olur ama burada dedikodu başlı başına bir meşgale, bir iletişim biçimi değil, adeta bir sosyal algoritmadır. Otuz yıldır burada olanlar insanda “hiçbir şey değişmedi” derken aslında değişenin görünmeyen ilişkiler olduğunu anlatır. Çünkü burada isim vermezsin; herkes herkesi tanır. Yan masanda oturan kişi, anlattığın insanı büyük olasılıkla tanır. Sen otururken anlattıkların çoktan yerine ulaşır.
Kim kiminle yakınsa, güç oradadır. Kalabalık neredeyse, güç de oradadır. Bu sosyal oyunlar içerisinde dedikodu bazen bir strateji, bazen bir koz, bazen de sadece sıkıcı bir akşamı renklendirme aracıdır. Yüzleşme kültürü neredeyse yok gibidir.
Marmaris’te siyaset bir seçim takvimiyle değil, fısıltılarla işler. Sandık kurulmadan çok önce, kim kimin tarafında olacak, kim kiminle yürümeyecek, kim hangi grup için “artık orada değil” gibi sorular dedikodu ağına düşer. Görünürde herkes birlik içindedir ama bu birlik fotoğraflarda, paylaşımlarda kalır. Gerçekte herkesin gönlünde başka bir ajanda, dilinde başka bir isim, kulağında bir başka hikâye vardır.
Kırgınlıklar açıkça yaşanmaz. Bir toplantıda bir göz devrilir, bir selam eksik bırakılır, bir davet listesine isim yazılmaz, gidilen evlere yada içki masalarına çağırılmaz… Küslük böyle başlar. Ama barışmalar da çoğu zaman içten değil, zaruretten doğar. Güç dengesi değiştiğinde, kazananın yanında görünmek için eski kırgınlıklar bir anda unutuluverir. Dün “asla” denilen şeyler, bugün “neden olmasın”a dönüşür.
Fotoğraflar bu oyunun en parlak anlarıdır. Her kare bir duruş gibi görünse de, çoğu zaman sadece bir stratejinin parçasıdır. Kalabalığın içinde görünmek, gücün yanında olduğunu göstermek ister herkes. Çünkü burada siyaset sadece oyla değil, söylentiyle de yapılır.
Kimi zaman seçimle gelenler gider, küsenler kenara çekilir. Ama bir sonraki dönemde yeniden ortaya çıkar, bu kez başka bir grubun içinden. Yani Marmaris’te yaka rozetleri değişse de, yüzler genellikle aynı kalır. Kalabalığın yer değiştirmesiyle birlikte, sadakat de, söylem de yön değiştirir. Bu yüzden buradaki siyaset, sandıktan çok, sofralardan, sahil yürüyüşlerinden, kahve sohbetlerinden okunur.
En gizli konuşma, en güvendiğin kişiye “sakın kimseye söyleme” dediğin anda çoktan yayılmış olabilir. Elalem ne der diyen herkes, aslında elalemin ta kendisidir. Yanında yaşanan haksızlığa en yüksek sesi çıkaran kişi, ertesi gün o haksızlığı yapanla kol kola yürüyebilir. U dönüşleri hızlı yapılır.
Bazıları dedikoduyu piyon gibi kullanır; planlarını bu şekilde yayar, stratejilerini ona göre kurar. Dedikodu, onların oyun tahtasıdır. Kendini yorduğu tek şey telefonla konuşmaktır. Elinde belge olsa bile, laf daha güçlüdür. Rakı sofraları kurulur, ertesi gün o masanın fotoğrafına şaşırırsın.
“Kral çıplak” diyen çok azdır. Her yerde gruplaşmalar vardır. Haklı olmak, burada gereksiz bir ayrıntıdır.
Marmaris; küçük bir kasaba gibi görünse de, büyük bir karakter testi sunar. Dedikodu labirentinde yönünü kaybetmemek çok zordur.
Ama bazıları vardır ki; tüm omurgasıyla, insana yakışır bir diklikte, sözüyle de özüyle de güzeldir. Onlar Marmaris’le daha da güzelleşir.
Aslında bu yazı, Marmaris’te yaşayan herkesin kendi iç sesini duyabileceği bir aynadan ibaret. Kimseye parmak sallamıyor, kimseyi hedef göstermiyor. Sadece "bakarsan görürsün" diyor. Çünkü bazen bir kelimenin anlamı gibi, bir yerin ruhu da zamanla değişiyor. Ve belki de şimdi en çok ihtiyacımız olan şey, Birbirimizin hayatının üstünde tepinmeden birbirimizin hikâyesini duymaya yeniden başlamak.…
“Sizi, dedikodu kadar eski bir hikâyeyle baş başa bırakırken; kendinizi yeniden hatırlamanız, ruhunuzu sakinleştiren rafine zevkler bulmanız dileğiyle vedalaşıyorum. Bir film, bir kitap, belki bir an… belki bir şarkı, bir şiir… Çünkü insan, kendisinden ne kadar uzaklaştığını fark etmeden, asla geri dönemez.”
Hikâyemiz:
Midas’ın kulakları… Yok, onu yazmayacağım.
Bir küçük kasabada, bir adam zamanında hakkında kötü sözler söylediği birinin karşısına çıkar. Gözleri yere bakar, sesi titrek:
"Çok pişmanım," der, "Senin duyduğunda asla mutlu olmayacağın şeyler söyledim. Dedikodunu yaptım. Ne olur beni affet."
Dedikodu yapılan kişi derin bir nefes alır, başını sallar ama hemen bir cevap vermez. Sonra ona şöyle der:
"Affetmek kolay… Ama önce senden bir şey isteyeceğim."
Ardından bir yastık uzatır:
"Bu yastığı al, tepedeki rüzgârlı yamaca çık, yırt ve içindeki tüyleri rüzgâra bırak. Sonra gel."
Adam anlamasa da söyleneni yapar. Tepeye çıkar, yastığı yırtar ve içinden çıkan tüyleri rüzgâra bırakır. Hafif, uçarı tüyler dört bir yana savrulur. Adam geri döner.
"Şimdi," der diğeri, "git ve o tüylerin hepsini topla. Yastığı eski hâline getir."
Adam şaşkındır: "Bu mümkün değil! Tüyler her yere dağıldı, onları bir daha nasıl bulabilirim ki?"
Gülümseyerek cevap verir:
"İşte senin söylediklerin de böyleydi. Dedikodun, o tüyler gibi yayıldı. Belki pişmansın, ama her kelimen rüzgârla başka kulaklara ulaştı. Ne kadar toplamak istesen de, bazılarını bir daha asla geri getiremezsin."
Sonra gözlerinin içine bakarak ekler:
"Bu yüzden bir daha konuşmadan önce iyi düşün. Çünkü söz, ağızdan çıkana kadar insanın esiridir; çıktıktan sonra ise insan, artık onun esiri olur."
HAYATIMIZA YENİ BİR SAYFA …