Uçak Mexico City havaalanına yaklaştığında camların kepenkleri açılmaya başlamıştı. Açılan camlardan aydınlık bir gün ışığı içeri girerken bembeyaz bulutların arasından aşağıda görünen mavi deniz insanda korkunç bir haz duygusu oluşturuyordu. Uçağın inişe geçtiği ve kemerlerin bağlı kalması anonsu sonrası kemerimi bir kez daha kontrol ederek bembeyaz, soğuk bulutlara göz attım. Uçak bazen boşluğa düşercesine yalpalayarak bulutların arasından geçip masmavi gökyüzünün arasına daldı. Aşağıda mavi denizle birleşen evren sabahın aydınlığında ufak ürpertilerle, yeni bir ülke keşfetmenin verdiği gururla insanın içinde heyecanlar oluşturuyordu. Uçak denizi geçip havaalanına süzüldüğünde gökyüzünde şanıyla daha da beyazlaşan soğuk kar bulutlarına bir daha baktım. İçimdeki ürperti yerini yabancı bir ülkede olmanın şaşkınlığının yanı sıra Almanya Meksika arası on iki saatlik zaman farkının mahmurluğuna da bırakmıştı.
Dünya Bankasının altı kişilik ekibimiz için ayırdığı otele geldiğimizde sabahın saat yedisiydi. Odalarımıza yerleşip, kahvaltı yapmaya indiğimizde fonda çalan Tarkan'ın müziği bizi çok mutlu etmişti. Her çeşit tropikal bölge meyveleri, çeşitli limonlar, karpuz ve muz kahvaltımızı şenlendiriyordu. Garsonlara müziği sorduğumuzda; Tarkan'ın da bu otelde kaldığını ve Meksika’da çok sevildiğini söyledi. Tabi gururumuz bir kat daha arttı. Mexico City çölde bir vahanın içinde kurulmuş hissi veren ama yüksek binaları ve tarihi yapılarıyla insanı hem korkutan hem hüzne sevkeden bir his vermişti bana. Fakirliklerle zenginlikler arasında elli farklı dil olduğu halde resmi üç dilleri vardı.
Bu gün çalışma programımız yol yorgunluğu nedeniyle sadece Meksika kültürünü tanımak için ayrılmıştı. Program yoğundu. Meksika Sağlık ve Eğitim personeliyle çalışmalarımız ertesi gün planlandığından bugüne sanatsal ve aktiviteli etkinlikler konmuştu. Uçakta on iki saate yakın uyuduğumuzdan jet lag beni etkilememişti. Zaten yoğunluktan da Türkiye ile Meksika arasındaki gece gündüz farkını hissedememiştik.
Dünya Bankası temsilcisi ve Türkiye Büyükelçiliğinden bir rehber bizi almaya geldiğinde çok mutlu olmuştuk. Rehberimize ilgiyle sorular sormaya başladık. O da şaşırmıştı. Kapıda bizi bekleyen lüks minibüse binerken şimdiden çok ilginç bir tarihin içinde olduğumuzu biliyordum.
Düz, çatısı olmayan evlerin ikinci katına kadar dikenli teller vardı. Neden diye sorduğumuzda hırsızlık olaylarının çok fazla olduğu söylendi.
Milli Antroploloji Müzesine geldiğimizde alanın büyüklüğü, mermerlerin güzelliği ve yedi kişilik grubumuzu müzenin önünde geleneksel yerli danslarıyla karşılayan kızılderili grubu bizi etkilemişti. Yüzün üzerinde geleneksel giysileriyle dans eden kızılderililerin renkli görüntüleri harikaydı. Genci, yaşlısı, kadın, erkek, çocuk hep birlikte tamtamlar eşliğinde dans ediyor, geleneksel kültürlerini göstermeye, belki de bu şekilde kimliklerini kaybetmemeye çalışıyorlardı.
1515 yılında İspanyollar Meksika’nın yerli uygarlıklarını fethetmiş ve insanlığın bir daha göremeyeceği boyutlarda katliamlar gerçekleştirmişlerdi. Mayalar ve Azteklerden kalmış bu kabileler tarihi değer oluşturan kişilerdi.
Tamtamlar ve değişik aletler eşliğinde ellerinde yayları ve oklarıyla dans eden bu insanlar bende ezilmişliğin, yok edilmişliğin içinde hala var olmaya çalışan kültürlerin savaşının devam ettiği duygusunu oluşturdu. Sessiz ama canhıraş bir şekilde metrelerce yükseklikte kurulan direklerden atlayıp gösteri yaparken ölmekten korkmadıklarını anlatıyorlardı. Savaşçı yaşıyordu ve savaşını ölüme meydan okuyarak gösteriyordu. O dört kişi ayaklarına geçirdikleri bir bağla tepe döngüsünde dönerken korkusuzca başları aşağıda, dans eden yerli halkla özdeşleşip bütünleşiyorlardı.
Ben de tamtamların yoğun coşkusu içinde kızılderililere eşlik edip, yerli dansa katılarak onları desteklediğimiz, varlıklarını kabullendiğimiz duygusunu hissettirmek istedim. İçimden akan coşkun selde ne kadar kızılderililer gibi dans ettim bilmiyorum ama arkadaşlarımın çok uyumluydun demeleri ve el sıkıştığım kızılderililerin mutluluğu beni daha da neşelendirdi.