?>

SOLGUN ÇİCEK

2 yıl önce

Kadın başını önüne eğmiş elinden tuttuğu zayıf, çelimsiz kızı sürüyerek Adliye merdivenlerden iniyordu. Kız on dört yaşlarında görünüyordu. Sarı dalgalı kısa saçlarını tarayamamıştı bile. Önden bağlanmış bir eşarp annesinin başını kapatıyor, açık teni üzerinde öğlen güneşinin ışınları kırmızılıklar oluşturuyordu. Renkli basma şalvarı bölgenin geleneklerini yansıtırken kadının hayata tutunuş şeklini de sanki yansıtıyordu. 

Onlar Adliye koridorlarından geçerken insanlar, “vah vah, zavallı kız, zavallı kadın” diyerek onların yerine feryat fiğan ediyorlardı. Kadın hep susuyordu, kızı ise kimsenin yüzüne bakamıyor, hayatın sillesine yemiş, omuzları çökmüş, üzerinden binlerce ton ağırlık geçmişcesine kamburlaşmış sırtıyla acılarını sineye çekerek yürüyordu.

Anne ve kızı suskundu. Konuşacak neleri kalmıştı ki?

Yaşadıkları bölge dağınık bir yerleşim yeriydi. Çam ağaçlarının çevirdiği arazilerin arasında  yer alan küçük tarlalarda ektikleri ürünlerden elde ettikleri gelirlerle geçinirlerdi. Bazı ailelerde keçi ve koyunlarda vardı. Kimi aileler ise devletten aldıkları kredilerle seralar yapmışlardı.

Tek geçim kaynakları 300 metre karelik arazide ektikleri sebze meyveleri pazarda satarak elde ettikleri gelirleriydi. O da zamanla yetmemeye başladı. İlk eşi onu terk edip iş bulacağım diye büyük şehire gitmiş, bir dahada gelmemişti. Bu bölgede yalnız kadın olmak zordu. Ailesinin uygun gördüğü kişiyle ikinci evliliğini yaptı. Sevmesi, seçmesi ona bırakılmamıştı. Altı yaşında bir kızının olduğu da unutulmuştu. Namus dedikleri kavram, kadın olarak kendi başına var olamıyacağı düşüncesi, ailenin kızlarını birine emanet etme duygusu, kadının varlığının olmadığı bölgelerde kadını istedikleri gibi satma, kullanma, konuşma ve özgürlüğünü kısıtlama hakkını sunuyordu. Bu bölgelerde kadının başında onu güden biri olmalıydı. Yemeğini, aşını kazanacak,  onu toplumun kirli düşüncelerinden koruyacak, kadının özgürlüğünü namus adı alttında kısıtlayarak kendi hayatını kendinin yönlendirmesi engelleyecek biri.

Su tesisatcısı olan adam evi orta halli geçindiriyordu. Kadında biraz daha şartlarımızı düzenliyelim diye temizlik işlerine gitmeye başladı. Bir süre sonra sıhhi işler azaldı, adam işler azaldıkça içmeye başladı ve kadın daha çok temizliğe gitmeye başladı. O çalıştıkca adamda daha çok içti.

Evin işi küçük kızın üzerine kalmıştı. Okula gidiyor, eve geliyor, o küçücük hali ile annesi yorgun geldiğinde üzülmesin diye evi topluyor, yemek hazırlamaya çalışıyordu.

Yine böyle günlerden birinde adam eve şarhoş geldi, annenin işi uzamıştı. Küçük kızın mutfakta yemek yapmaya çalıştığını gördü.

“ sen ne güzel kızsın böyle, ne beceriklisin” diye kızın yanağını okşadı. Adam yalpalıyor, ağzı burnuna karışıyordu. Sonra “gel öpeyim, çok şekersin” dedi. Suskun kız sekiz yaşındaydı. Daha anne sevgisini öğrenmiş, baba sevgisini görmemişti. Namusu korumak için eve giren adam, namussuz olunca hayatın tüm yükü küçücük kıza yüklenmiş, bu yetmezcesine küçücük vücüdu bu namus bekcisinin iğrenç emellerine, zevklerine tüm toplum kurallarıyla birlikte  sunulmuştu.

Kurallarını namus kavramı altında baskıyla korumaya kalkan toplum, bir genç kızın zayıf ve çelimsiz vücudunu ahlaken çökmüş bir sistemin içinde kendini bile idare edemiyen bir adama teslim etmişti.

Kadın dört yıl boyunca kızının neden sustuğunu neden konuşamadığını anlayamamıştı. Acaba anlayıpta görmemezlikten mi gelmişti. ?

Adamın hem onu hem kızını kullanmasına göz mü yummuştu?

Suskun kız bir gün okulda, sırasında yorgun, aciz otururken öğretmeni yanına yanaştı. Neden gittikçe içine kapandığını sordu. Kız on iki yaşını yeni bitirmişti. Kız ağlamaya başladığında, tüm sularda akmaya başladı. Öğretmeni şok içindeydi. Dört yıldır, tam döööört yıldır evdeki o adam Çiceği  cinsel amaçları için kullanıyor ve annesi fark etmiyordu.  Aynı evde, aynı iki küçük odalı evde, kör bir ışığın, cahilliğin, yalnız kalma, komşular ne der, adamsız kalma, kendine yetememe korkusu ve toplum baskısı  kızını bir itin eline sunmuştu.

   Kadın dört yıl boyunca kızına yapılan zülmü fark etmediğini söyledi. Adam bir kaç yıl hapis cezası aldı.

Kimse o küçücük bedenin ömür boyu hapse tıkıldığını, hayatının sonuna kadar ve hatta hayatının son anlarında bile bu acıları yüreğinde taşıyacağını anlamıyordu. Çicek susuz kalmış, dalından koparılmıştı.  Solmuş, kurumaya bırakılmıştı. Mahkeme sonucunda anneye bırakılan Çicek korkulu gözlerle etrafına baktı, bir daha hiç  kaldırmamacısına utanarak boynunu büktü. Utanması gerekenler utanmayıp yaygara yaptı. O kadın, o yabancı adam bir damla sevgi suyunu veremiyecekleri tohumlarını neden ekip hiç birşey yapmamacasına doğanın ve toplumun katline devam ediyor, kendi yaşadıkları zulumlere zulum katarak kendilerini ve çiceklerini karanlığın içine hapsediyorlardı. Bilinçli öngörülerle, kadın hissiyatıyla değiştirebilecekleri ortamlara ulaşmaya çalışmıyor, çiceklerini daha sulak, verimli topraklara ulaştırabilmek için neden mücadele etmeyip, doğanın, toplumun kurallarına teslim oluyorlardı.? Neden?

Zavallı çicek ve onun gibi  çiceklerimiz bu cahilliğin içinde acaba kaç defa daha karanlıklara teslim edilecek, karanlıklarda kurumaya bırakılacaktı. Bu  toplum ne zamana kadar kör kalacaktı.

 

04.07.2019

Gülay KARAOĞLU

Araştırmacı&yazar

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI